7. BÖLÜM
“DİLEK”
Kendimi, görüntümü bir arada tutan aynanın önünde bile paramparça hissediyordum.
Tek parça görünüyordum ama bin parçaydım.
Ben nasıl ölüneceğini bilirim, nasıl yaşanacağını değil. İşte bu yüzden bazen insanların yüzünde gülümsemeler gördüğümde inanamayarak duruyordum. Çünkü bunu nasıl yaptıklarını bilmiyordum. Benim bunu nasıl yapamadığımı da merak ediyordum. Gülümsemek yıllar önceye aitmiş gibi gelen bir eylemdi, çok yıllar önceye. Fakat insanların yüzünde görüp şaşırdığım bu tebessüm şimdi benim dudaklarımdaydı.
Gülümsüyordum.
Çünkü artık yeni pointlerim vardı.
Beyaz, ışıl ışıl ve ayaklarımdaydılar. Onların bana alınmış bir hediye olduğunu fark ettiğim ilk an bocalamış, biraz durmuş ve sonrasında hiç vakit kaybetmeden küçük bir çocuk telaşıyla ayaklarıma geçirmiştim. Şimdi sahnenin üstünde oturuyordum. Hayatımda bundan daha güzel pointlere sahip olmamıştım. Kendi paramla almış olsam daha mutlu olurdum ama Hazer Han’ın alması rahatsız etmemişti. Sonuçta ben bir bakıma onlar için çalışıyordum ve zaten bu, işin koşullarından biriydi; ihtiyaçlarımı karşılamaları. Elbette bunları kabul edecektim, çünkü parlamak için ihtiyacım olan şeylerden yalnızca birisiydi. En önemlilerinden birisiydi. Ve çok güzeldi. Beyaz kurdele şeklindeki iplerini zarifçe bileğime bağlamıştım ve pointler ayaklarıma tam oturmuştu. Ayaklarımın üstlerini okşayarak daha büyük gülümsedim.
Parmaklarımla dudaklarımı yoklayarak gülümsememi hissederken, göz ucuyla saate baktım. Biri az geçiyordu, Hazer Han birkaç dakika içinde burada olacaktır. Eminim ki hediyesini görmem, idrak etmem için bana zaman tanıyordu. Buradaydı ve birazdan o kapıdan içeriye girecek, amber renkli gözleriyle gözlerimin en içine, hiçbir çekince duymadan bakacaktı. Çenemi dizimin üstüne yaslayarak pointlerimin sağlam dikişlerine baktığım esnada, tok adım seslerini duydum. Çok geçmedi ki kapı sakince aralandı ve biz kaçınılmaz olanı yaşayarak göz göze geldik. Kalp atışlarım saniyeler içinde katlandı.
Ona gülümsedim.
Yüzündeki ifadesizliğin kırıldığını gördüm. Göz bebekleri, çok az bir farkla büyümüş olsa da anlık tepkisini kontrol edebildi ve gülümsememe baktı. İyi niyetine içimden geldiği gibi bir tepki vermiştim ama açıkçası bu beni de şaşırtmıştı. Bir düzine insanın gözlerine bakmışlığım vardı ama zaman hiçbirinde bu kadar hızlı akmamıştı. Kapıyı arkasından kapattı.
Ayaklarıma baktı, pointlerimi gördü.
“Giymişsin?”
“Giydim.”
Ben yerden destek alarak doğrulurken o, temiz ayakkabılarının üstünde salonun içine doğru yürüdü. Ayakkabıları her daim simsiyah, boyalıydı ve elbisesi hep olduğu gibi yine ütülüydü. Takımı bugün koyu gri rengindeydi. Bakışlarım bir arayışla ceketinin ön cebine düştü ve mendilinin yine orada olduğunu gördüm. Mendili, takımıyla aynı renkte, koyu griydi. “Yakışmış,” dedi, sesi yalnızca bir fısıldayıştı. “Beyaz olmasını istedim, bembeyaz.”
Beraber, ayaklarımdaki beyaz pointlere baktık.
Bu bakıştan sonra tekrar göz göze geldiğimizde, ben çoktan bacaklarım üzerinde doğrulmuş, yukarıdan onu izliyordum. “Çok güzeller,” dedim hayranlık dolu bir sesle. “Bunların içinde daha rahatça hareket edip daha güzel dans edebilirim...” Vücudumun hafiflediğini hissettim. “Hem ayaklarım da acımıyor... Teşekkür ederim. O müzikali kazanıp size bu minnet borcumu ödeye...”
Lafımı kesti. “Öbür pointlerinde ayakların mı acıyordu?”
İlgilendiği tek şeyin bu olması karşısında duraksayarak bakışlarımı kaçırdım. “Biraz,” diyerek itiraf ettim, bu sızlanışın utancı içerisinde. “Fakat sorun değil. Ben o pointlerle mücadele edip bu sahneyi, ayağımdaki bu pointleri kazandım. Benim ilk pointlerimdi, onları seviyorum.”
Sahnenin merdiven basamaklarından ilkini çıktı. “Canını çok mu acıtıyorlardı?”
“Çok diyemem, azdan biraz fazla.”
Tek kaşı kalktı. “Hımm?”
“Hı hı.”
Tümseğe, sahneye çıkarak bana yukarıdan bakmaya başlayan kendisi olduğunda, kelimelerim boğazımda sanki yandı. Hepsi bir kül yığınına dönerek soluk borumu yaktı. Konuşamadan ona bakarken, saniyeler içinde önümde diz çöktü ve ben bedenimin kabiliyetini kaybederken sol ayağımdaki pointlerin iplerine uzandı. “Üzerine basacaksın,” dedi, çözülmüş olan ipleri parmak uçlarıyla kavrarken. “Daha dikkatli ol.”
Kurdele şeklindeki point bağcıklarını seri şekilde ilmeklerken, tüyler ürpertici bir hissin ensemden aşağıya aktığını hissettim. Parmak uçları ayak bileğime çok ufacık bir an dokunmuş ve hemen sonra işini hallederek parmaklarını pointlerin üzerinden çekmişti. Gözleri, gözlerimde ne gördü bilmiyorum ama doğrulurken kalın kaşlarını çattı. “Ben,” dedi, kafası karışmış görünüyordu. “Yanlış bir şey mi yaptım?”
Kollarımı, vücuduma sardım. “Yanlış olanı siz yapmadınız, o yaptı.”
“Safir Mila, kim, ne yaptı?”
Kendime, sakinleşmek için izin verdim. Tamam, Hazer Han yalnızca centilmence bir hareket yapmıştı, canavar olan değildi. Bakışlarımı telaşla ellerime düşürerek olayı geçiştirme arzusuyla, “Bugün yağmur yağar mı?” diye sordum, saçma bir şekilde. “Bulutlar dolu sanki, bence ağlamaya ihtiyaçları var.”
Seslice soluklandı. “Bana her nedense ağlamaya ihtiyacı olan senmişsin gibi geldi.”
Bende gördüğü gerçekleri inkâr etmek istedim. “Yanlış düşünüyorsunuz.” Ondan uzaklaşarak sahnenin ortasına doğru açıldım. “Sizde böyle bir izlenim bırakmak istemezdim.”
“Bende bıraktığınız izlenim yalnızca bu değil.”
Ne demek istediğini sormadım, çünkü konuştukça uzayan bir diyaloğumuz vardı ve ben daha fazla uzatmak istemiyordum. Hazer Han’a arkamı dönerek ellerimi üzerimdeki bluza sürttüm, onunla olduğum her an böyle sebepsizce terlemeye devam mı edecektim? Dağınık saçlarımı bileğimdeki lastikle bağlarken, ensemin açılmasından hissettiğim rahatlığı adeta kedi gibi mırlayarak belli ettim. “Meliha Hanım bize katılmayacak mı?” diye sordum, içten içe katılmasını dileyerek. “Koreografiyi kendisi biliyor.”
“Ben de biliyorum balerinim.”
Doğru, biliyor olmalıydı. Dediği gibi ben onun baleriniysem o da bale ve müzikalle ilgili yapmam gerekenlerden haberdardı. Meliha Hanım’ın gelip gelmeyeceğini öğrenemesem de bu soruyu tekrarlamadım ve ondan hep istediğim gibi müziği açmasını istedim. Bir dakika içerisinde sahneden indi, müziği seçti, sahneye geri çıktı ve perdenin yanından beni izlemeye başladı.
Onu görüp telaşa kapılmamak için gözlerimi kapattım.
Şimdi yalnızca dans ve ben vardık. Kollarımı nazikçe iki yana açarak parmak uçlarımda yükselirken, her zaman ayaklarıma yüklenen o acıyı bu sefer hissetmedim ve bunun rahatlığıyla gülümsedim. Artık canımı yakmayan pointlerim vardı ve gerçek bir yıldız olmak için engelim kalmamıştı. Koreografideki hareketlerin sırasını anımsamaya çalışırken, sol ayağımın üzerine yüklenerek kendi etrafımda bir tam dönüş gerçekleştirdim. Bunu iki kez üst üste yaptım ve bu sefer tökezleyerek, kendim için bir hayal kırıklığı olmadım.
Bunu başarıyla yapmış olduğumu kendime kanıtlamıştım ve onun gözlerinde de bu başarımı görmek için göz kapaklarımı kaldırdığımda, beni izlediğini gördüm. Elbette beni izliyor, başarılarımı veya başarısızlıklarımı görüyordu. Kısacık bir âna bir düzine kalp çarpıntısı sığdırarak, “Gördünüz mü?” dedim hevesle. “İki dönüşü de üst üste, hiç tökezlemeden yaptım.”
Gözlerindeki takdiri görmek omuzlarımı kabartmıştı. “Çok başarılıydı Safir Hanım.”
“Teşekkür ederim.”
İnanılmaz bir heyecanla ve daha fazla dans etmek isteyen bedenimle birlikte hiç durmadan kaldığım yerden devam ederken, bu sefer gözlerim açık kaldı. Koreografideki hareketlerin sırasını anımsıyordum ama bazen karıştırır gibi olduğumda, “Hayır hayır,” diyordu Hazer Han, etrafımda dönerek beni izlerken. “İki değil bir dönüş yapacaksın ve kollarını bu sefer yanına indireceksin.”
Ben de dediği her şeyi yapıyor, onun takdirini kazanıyordum. Sahnenin her yerindeydim, hareketlerime göre hızlanıp yavaşlıyordum ve o da hareketlerimi her yönden görmek için sürekli benimle yer değiştiriyordu. Bir vakit sonra parmak uçlarımda fazla durduğumu söyledi, vücudumu kasmamamı istedi. Daha sonraysa, nasıl oldu bilmiyorum ama düşecekmiş gibi hissettiğimde bana yetişerek beni dirseğimden tuttu.
Ayağım kaymıştı.
“Gracias,” diyerek dirseğimi sıcak dokunuşundan kopardım ve ona arkamı döndüğümde, anlamadığı bir dilden konuşulduğunda bu durumdan hiç hoşlanmadığını hatırladım.
Dansıma kaldığım yerden devam ettim. Bir ara susayarak dudaklarımı ıslattığımda, sanki ne istediğimi anlamış gibi sahneden indi ve benim için su getirdi. Ona bu sefer Türkçe teşekkür ettim, bir daha kızmasını istemezdim. Hiç oyalanmadım, kaybedecek vaktimiz yoktu. Kollarımın ağırlığını taşımak zorlasa da kısa süreli olan hareketleri eksiksiz tamamlamıştım. Kollarımı o kadar çok ve hızlı şekilde indirip kaldırmıştım ki, uzaktan izleyen birisi kanat çırptığımı düşünebilirdi.
Dakikalar sonra nefes nefese sahnenin üstüne, ışığın altına oturdum.
Ağzım kuruduğu için hiç konuşmadan yanımdaki su şişesine uzandım ve beni serinletecek olan suyu kana kana içtim. Hazer Han sahnenin öbür ucundan yanıma doğru yürüdü.
“Dans esnasında, hızlı olmaman gereken anlarda bile hızlısın,” dedi, doğru bir durum değerlendirmesiyle. “Bu nefesinin sık sık kesilmesini, ağzının aralanmasını, boğazının erkenden kurumasını sağlıyor.”
Hepsi birbirinden doğru olan tespitleri duymamla beraber kızardım. “Daha dikkatli olabilirim.”
Bir an için, gerçekten yalnızca bir an için muhtemel terden parlamış olan boynuma baktı. İçime uzanıp tek sıkımlık ruhumu tam oradan, boynundan kavrayarak avuçları içinde sıktığını hissederek nefessiz kaldım. Bakışlarını aceleyle kaçırdı. “Kızardığında çillerini daha net görebiliyorum,” dedi hiç beklemediğim şekilde. Onun yüzündeki sayısız çile bakmak kaçınılmaz oldu. “Çok fazlalar.”
Nazikçe yanıtladım. “Sizin de öyle.”
“Küçükken saymaya kalkışmıştım,” dedi aniden. Ne o bunu söylemeyi bekliyordu ne de ben ondan bunu duymayı bekliyordum.
“Ama sayamadım, çocukluk aklı işte. Her neyse...” Uzaklaştı. “Giyinecek misiniz?”
“Giyineceğim.”
Bacaklarım hantallaşmıştı. Hazer Han Bey benden önce sahneden inerek az evvel çalmaya başlayan telefonunu cevapladığında, ben de sahneden inerek çantamı koyduğum koltuğa yürüdüm. Çantamın küçük gözündeki temiz mendili enseme ve boynuma dokundurarak terimi hafifçe aldım.
Hazer Han konuşmasını bitirerek yanıma geldiğinde montumu giymiş fermuarını çekiyordum. Yanıma vardığında eğilmek için çantama uzanıyordum.
“Neden konservatuar eğitimi almıyorsun?”
Bu zamansız soru bir an duraksayarak elimin çantama yetişmekten vazgeçmesine sebep oldu. “Bu sizi neden ilgilendiriyor?” diye karşılık verdim ona, yüz yüze olmadığımızdan memnuniyet duyarak.
“Üniversite eğitimi almıyor musun?”
Hay aksi, neden özel hayatımla alakalı sorular soruyordu? Tamam, tüm bunlar uzaktan ya da yakından onu da alakadar ediyor olabilirdi ama yanıtlamayı sevdiğim sorular değildi. “Hayır,” diye cevapladım. “Hakkımdaki bu tarz şeyleri bildiğinizi sanıyordum. Yani, seçtiğiniz kişiyi araştıracağınızı?”
Arkamda durmaktan vazgeçmiş gibi yanımda yer aldığında, gözlerinin ağırlığıyla mücadele edemeyerek omzumun üstünden ona döndüm.
“Kayıtlarımızda bir ev adresin yok,” dedi yine hiç beklemediğim şekilde.
“Nerede yaşıyorsun?”
Ona ne dersem beni böyle sorgulamaktan vazgeçerdi? Ona nasıl baktım bilmiyorum ama gözlerinin içindeki soru işareti netleşirken, bir parça pişmanlık görür gibi oldum. Bakışlarını benden uzaklaştırdı. “Kendin hakkında konuşmaktan hoşlanmadığını görüyorum ama ben de iletişim kurmaya çalışıyorum.”
“Benimle neden iletişim kurmayı istiyorsunuz ki?”
“Gözlerine baktığımda benden korkmadığını görmek için.”
Hayır. Hayır. Bir şeyleri sezmiş, anlamış mıydı? Evet, ürkek ve erkeklere yakın olduğumda korkak biri haline dönüyordum ama bunu gizlediğimi düşünmüştüm. Onda ne vardı ki bunu görüyordu? “Hayır,” diyerek kafamı iki yana salladım. “Siz beni korkutacak hiçbir şey yapmıyorsunuz.”
“Gözlerin, söylediklerinin yalancısı.”
Yanımdan çekip gittiğinde gözlerimde gördüğü şeyi, aynaya baktığımda görüp göremeyeceğimi düşündüm. Onun bende gördüğünü ben kendimde göremiyordum. Salon kapısının sakince açılışını ve gıcırdayarak örtülüşünü işittim. Hayır, samimiyetimle söyleyebilirim ki ondan korkmuyordum. Hatta o, gözlerine korkmadan baktığım ilk adamdı ve ürkekliğimi yanlış anlamasını istemezdim.
Şimdi, neden böyle bir şey olmuştu ki...
Üzgünce iç çekerek çantama uzandım ve eski pointlerimi çantama koyduğumdan emin olarak ayakkabılarımı giydim. Hızlı davranıyordum, çünkü Hazer Han Bey’e yetişmek, durumu çözmek istiyordum. Çantamı sırtıma asarak aceleci adımlarla salonu terk ettim ve etrafıma bakınarak merdivenlere yöneldim. Birkaç katı aceleyle inerek giriş katında onu aradım ama bulamayarak omuzlarımı düşürdüm. İki yana doğru kayarak açılan kapıdan dışarıya çıktım. Tenim serin rüzgârla çarpıştığında başımı öne eğerek merdivenleri indim.
Basamakları inerek kaldırımdaki kırmızı taşın üzerinde durduğumda, bakışlarım gayriihtiyari kaldırımın önüne düştü ve gözlerim arabasını aradı. Kerem arabayı hep buraya park ederdi. Bu sefer araba yoktu, fakat... Hazer Han, orada dikilmiş bana bakıyordu. Onu arıyor olmama rağmen onu görmeyi hiç beklemeyerek duraksadım ve zamanın bizi bu âna sabitlemesine karşı koymadan gözlerinin içine bakakaldım.
“Gittiğinizi düşünmüştüm,” diye kısıkça mırıldandım, ona doğru birkaç adım atarken. “Ben çok yanlış anlaşıldım, sizden korkmuyorum. Lütfen, böyle düşünmeyin. Şey, bunu nasıl telafi edebilirim?”
Kaldırıma çıktı. “Bana akbil basarak.”
Akbil? “Efendim?”
“Metroya bineceğim ama akbilimi evimde bırakmışım.”
Onun için akbil basmamı istiyordu, bu oldukça makuldü ama neden bunu istiyordu? Zaten bir arabası, bir şoförü vardı. Etrafıma baktığımda ne arabayı ne de şoförü görebildim. Kerem bugün neredeydi? Saçlarımı karıştırarak onun kaldırım kenarı boyunca ilerleyen bedenine baktım ve ardına düştüm. O şey, biraz iriydi ve yanında yürürsem kaldırımdan düşebilirdim. Sanırım omzu omzuma bir çarpsa gerçekten kaldırımdan fırlayabilirdim. Bir an bu saçma ve gereksiz düşünceme gülerek tuhaf bir homurtu çıkardığımda, hâlâ ona bir cevap vermediğimi fark ettim. Benimle aynı metroya mı binecekti?
“Kerem bugün yok mu?” diye sordum çekingen bir tavırla.
Ellerini kumaş pantolonunun ceplerine yerleştirdi. “Hayır, yok.”
“Metroyla mı gideceksiniz?”
“Metroyla gideceğim,” diyerek beni tekrarladıktan sonra ekledi. “Tabii siz benim için akbil basarsanız?”
Akbilime aylık yükleme yaptığım için çok kez kullanabilirdim, dolayısıyla onun için elbette akbil basardım.
“Tabii, sizin için akbil basarım.”
“Gracias.”
Ne?
Bu cümlenin anlamını bilmiyordu… Ona bu şekilde teşekkür ettiğimde anlamadığını net bir şekilde görmüş, bundan utanmıştım. Dudaklarında çok hafif bir seğiriş vardı ama buna ne ad verilirdi bilemiyorum. Kafam karışmıştı. “Bu cümlenin anlamını bilmediğinizi sanıyordum.”
Sadece omzunu silkti ve ilerlediği kaldırımın köşesini dönerek başka bir caddeye yöneldi. Hemen ardında, huzursuzca onu takip ediyordum. Şimdi hatırlamıştım, ben bu cümleyi kullandıktan az sonra o telefonunu kurcalamıştı. Demek ki telefondan çevirisine bakmıştı. Tıpkı onun gibi sokağın sonuna bakarak kaldırımda ilerledim.
“Bana sorsaydınız söylerdim ne anlama geldiğini,” diyerek dudağımı kıvırdım. “İnternetten bakmanıza gerek yoktu.”
Duraksayıp tuhaf bir şekilde baktı.
Hızlandım ve onun önüne geçerek telaşla ilerlemeye başladım. Ona gıcıklık mı yapmıştım? Ya da onu utandırmış mıydım? Normalde böyle şeyler yapmazdım ama işte Hazer’in yanında bazen saçmalıyordum. Onunla bazı şeyler farklıydı.
Bana yetişerek yanımda yürümeye başladığında, yan yana kaldırıma sığamadığımız için önüme geçmişti. Terli avuçlarıma bakarak ellerimi montumun ceplerine yerleştirdim ve kaldırım boyu ilerledim. Işıklara kadar yürümeli, karşıdan karşıya geçerek metro istasyonuna ulaşmalıydık. Öyle de yaptık. Tez vakitte ışıkların oraya yürüyerek karşıdan karşıya geçtik ve metro istasyonuna inmek için yürüyen merdivenleri kullandık.
“İlk defa mı bineceksiniz?” diye sormadan edemedim.
Amber renkli gözleriyle beni süzdü. “Uzaydan gelmedim ben.”
“Uzaydan geldiğinizi söylemedim.”
“Metroya hiç binmediğimi ima ettiniz.”
“Takım elbisesini üzerinden çıkarmayan bir jön gibisiniz,” dedim, o durmuş beni izlerken. “Hakkınızda böyle düşünmem kaçınılmazdı elbette.”
“Hakkımda başka neler düşündüğünüzü paylaşmak ister misiniz?”
“Hayır.”
“Peki.”
Akbilimi çantamdan çıkardım ve ikimiz için bastım. Turnikelerden geçerek kalabalık yığınla beraber aşağı inmeye başladık. Fakat ben yürüyen merdivenlerdeki o kalabalığa karışıp insanlarla temas etmek yerine normal merdivenlere yönelmiştim. Hazer Han da bana eşlik etmişti. Az sonra aşağıya inerek kapıların önünde yan yana beklemeye başlamıştık.
Yakınımdaydı.
Metro geldiğinde insanlarla temasa girmemek için herkesin girmesini bekledim ve bundan sonra içeriye yöneldim. Hazer Han’ın araştırır bakışları sanki yaptığım her şeyi sorguluyordu. Metro çok kalabalık değildi, kendime cama yakın, tutunabileceğim bir yer bularak oraya ilerledim ve o da peşime düşerek benimle aynı yerden, demirden tutundu. Ellerimiz alt altaydı. Onun iri eli yanında benimkisi minicikti.
Tutunduğumuz demirin yanındaki koltuklarda oturan genç bir adam, muhtemelen metrodan ineceği için yerinden kalktığında boşalan yere oturma isteğiyle doldum ama hemen arkamdaki genç adam benden hızlı davranarak o koltuğa oturmak için önüme geçti. Bense umutsuzluk içinde omuzlarımı düşürdüm. Hazer Han aniden, “Beyefendi,” dedi ve adam omzunun üzerinden dönüp Hazer’e baktı. Şaşkınlıkla kaşlarımı çattım. Hazer eliyle metro duraklarının yazılı olduğu kapı üstündeki tabloyu gösterdi. “Bu metroda kaç durak var?”
Adam ilginç bir şey sorulmuş gibi gözlerini kırpıştırarak Hazer Han’a bakakaldı. “Saymadım hiç, nereden bileyim?”
Hazer, adama ters bakışlar fırlatarak burnunu kırıştırdığında, adam aralarındaki olumsuz elektriğin fark ederek oturmaktan vazgeçti ve hızlı adımlarla uzaklaştı. Hazer Han daha sakin bir şekilde bana döndü. “Otur istersen, oturacaklar yoksa.”
Etrafıma bakıp hemen iki kadının arasındaki boş koltuğa oturdum. Çantamı önüme, bacaklarımın üstüne bıraktım ve rahatladığımı hissederek iç çektim. Bacaklarım, gün içerisinde sürekli hareket halinde olduğu için yorgun düşüyordu. Üstelik sahafta da ayakta duracaktım, biraz dinlenmek iyi hissettirecekti.
Hazer Han önümdeydi ve bu sefer kolunu yukarı kaldırarak eliyle başının üzerindeki demire tutunmuştu.
Göz göze gelişimizde bir hikâye vardı ama bu hikâyenin okuru yoktu.
Birkaç durak sonra inecektim. Onun nerede ineceğini ise bilmiyordum. Doğrusu nereye gideceğini bile bilmiyordum. “Hazer Bey,” dedim sesimi ona duyurarak. Bakışları aşağıya düştü. “Hangi durakta ineceksiniz?”
Önüne düşmüş saçlarını toplayarak başının üstüne doğru tararken, öne doğru çıkık olan dudakları aralandı ve bir anlık bocalayıştan sonra omzunu silkerek beni cevapsız bıraktı. Hah, ne diye sormuştum sanki? Kollarımı göğsümün üstünde kavuşturarak bakışlarımı agresif bir şekilde ondan uzaklaştırdığımda, yine aynı şeyi yaparak genzini temizledi.
Ağzımın içinde mırıldandım. “Öksürün de kurtulun artık.”
“Bir şey mi dediniz?”
“Hayır.”
Bir daha konuşmadım ve metro duraklarını takip ederek ellerimi izledim. Hazer Han bu sırada metrodan hiç inmedi, yerinden kıpırdamadı, sadece benim gibi bekledi. Onun çalıştığım sahafın yakınlarında oturduğunu biliyordum, bu metrodan beraber inecektik. Evet, tahmin ettiğim gibi oldu. İneceğim durağa vardığımızda metrodan arka arkaya çıktık ve hiç konuşmadan kalabalığın arasına karışarak çıkışa yöneldik. Birinci çıkıştan çıktığımda yavaşladım ve daha önce yaptığımız gibi vedalaşmak için onu bekledim. Birkaç saniyenin sonunda yanımdan geçerek karşımda dikildiğinde, akşam güneşinin doğrudan yüzüne vurduğunu gördüm. Çilleri, tenine sabitlenmiş bir ikindi gölgeliği gibiydi.
“Sahafa değil mi?”
Ah, ne yaptığımı mı soruyordu? “Evet,” dedim usulca. “Sahafa.”
İkimiz de başımızı sallayarak sustuktan bir an sonra çıkışın önünü kapattığımızı, insanların homurtuları sayesinde fark ederek oradan ayrılmak üzere bakıştık.
“Pointler için hissettiğim minneti bilmenizi isterim,” diyerek bir kez daha teşekkür ettim. “Onlara çok iyi bakacağım.”
“Sana hak ettiğinden fazlasını vermedim ki.”
İçim, büyükçe huzur ve anlık sevinçle doldu. “Ama mesele bu ya zaten. İnsanlar hak edileni hak edene vermiyor. Ben size bunun için teşekkür ediyorum.”
“Belki bir gün sen de benim ihtiyacım olan bir şeyi karşılarsın,” dedi dümdüz bir sesle. “Bunu karşılık beklemeden yaptım ama belki o zaman ödeşiriz.”
“Belki o zaman ödeşiriz.”
Tekrar başımızı sallayıp birbirimizin aksi yönüne gitmek için ileriye doğru birer adım attık ama çarpışacağımızı anladığımızda hızla geriledik. O gerilediği yerden duraksayarak geçmem için bana izin verdiğinde, bir melodi gibi uğuldayan kalbimin sesini susturarak, “Görüşürüz,” dedim ve yanından yürüyüp geçtim. “Görüşürüz Hazer Bey.”
“Görüşürüz, balerinim.”
Aynı yerden farklı yönlere doğru ilerlemeye başladığımızda, midemin üstündeki ağırlığın altında ezildiğimi hissettim. Kaldırıma çıktım, onun da kaldırıma çıktığını düşünerek yorgun ama azimli adımlarla kaldırım boyu yürüdüm. Sokağın köşesini döndüğümde nihayet sahafı gördüm.
Islak kaldırımdan inerek karşıya geçtim. Kapıyı arkaya doğru ittiğimde kısık sesli zil sesi her zamanki gibi çaldı. Kapı açıldığında kesif kahve ve kitap kokusu eşsiz şekilde burnumun ucunda dalgalandı. Etrafta birkaç müşteri ve çalışan vardı. Ahşap masalarda karşılıklı şekilde oturan bir grup liseli genç ders çalışıyor görünüyorlardı. Üzerlerinde lise kıyafetleri vardı ve kütüphane adabı gereğince oldukça sessizlerdi. Çantamı ve montumu dolabın içerisine bırakarak rafların arasına doğru yürümeye başladım. Dağınık kitapları yerleştirmeli, toz almalı, müşterileri nazikçe karşılamalıydım.
İnsanlara gülümsemek gibi bir alışkanlığım olmadığı için belki yeterince nazik olamıyorumdur. Bu düşünceyle cebelleşirken bütün rafları itinayla düzelttim. Alt katta bulunan tüm rafları düzelttikten sonra üst kata çıktım. Buranın daha dağınıktı. Çalışan genç, birkaç müşteriyle ilgilenirken, ben sağ baştan başlayarak raflardaki kitapları bölümlerine göre yerleştirmeye başladım. Müşterilere mesafeli ama elimden geldiğince nazik davranıyordum. Bu esnada yanıma gelen on beş yaşlarındaki bir genç kıza istediği kitabı vermek için onunla alt kata indim. Aradığı kitabı bulup verdim.
Onu kasaya uğurlarken müşterinin geldiğini belli eden zil sesini bir kez daha işittim. Gözlerimi, müşteriyi görmek isteyerek kapıya çevirdim. O an kalbimin bir yaşanmışlığı anımsayarak gerildiğini ve hemen ardından üzüntüyle yerine sindiğini hissettim. Şaşırmış halde müşterilere baktım. Kapıdan içeriye önce dans seçmesinde gördüğüm kızlar girdi.
Burada hazırlıksız halde onlarla karşılaşmak beni kaskatı yapmıştı. Kendimi rafların arkasına gizlerken, adının Leyla olduğunu hatırladığım kızın hevesli şekilde raflara yöneldiğini gördüm. Diğeri arkasından ona yetişirken, “Yüzlerce kitabın var kuzen,” diyerek yakındı, sanki bu kötü bir şeymiş gibi. Kuzenlerdi demek. “Hâlâ kitap alıyorsun. Küçüklüğünden beri tüm harçlıklarını kitaplara yatırmaktan bıkmadın mı?”
Leyla sanki onun bu serzenişine alışkınmış gibi gözlerini devirerek rafları karıştırdı. “Asla bıkmayacağım.” Gözleri heyecanlı bir arayıştaydı. “Bunu sadece kitap kurtları anlayabilir.”
“Aman.”
Leyla ona azarlayan bir bakış attıktan sonra aradığı kitabı bulmak için etrafına bakındı. Dalgalı saçlarını dağınık bir topuz yapmış, halka küpelerini sallandırıyordu; üzerinde siyah montu vardı. Kuzeni de en az onun kadar şıktı. Güzel oldukları aşikârdı ama Leyla’ya yüreğinin güzelliği vurmuştu. O gün çillerimin güzel olduğunu söyleyen oydu. Bir müddet kitabı aradı ama bulamadığında kasaya yürüyerek tatlı patronuma kitap sordu. Patronum ona birkaç şey dedikten sonra kütüphanenin içinde arayışa geçti ve az sonra maalesef bana seslendi. “Safir, kızcağızım, buraya bir baksana.”
Bundan kaçışım yoktu. Rafın arkasından çıkarak omuzlarımı dikleştirdim ve kasanın oraya doğru ilerledim. Bu sırada hem Leyla hem de o kötü kalpli kuzeni omuzlarının üzerinden bana dönmüşlerdi. İkisi de bir an şaşırdıktan sonra ifadeleri değişti ve Leyla sevimli bir gülümsemeyle beni karşılarken, kuzeni gözleriyle düşmanlığını açıkça belli etti. “Hanımlar aradıkları kitabı bulamamışlar,” dedi patronum, tatlı sesiyle. “Yardımcı olsana.”
“Tabii.”
Kuzeniyle irtibata girmeden doğrudan Leyla ile göz kontağı kurdum.
“Safir?” dedi, sevinçli bir şekilde. “Beni hatırladın değil mi? Leyla ben. Ya, seni görmeyi hiç beklemiyordum...” Dostça omzumu sıvazladı. “Burada mı çalışıyorsun? Buraya uzun zamandır gelirim, yeni başladın sanırım.”
Işıl ışıl gülümsüyordu ve ben ona şaşkınca bakarken, kuzeni öfkeyle dolmuştu.
“Evet burada çalışıyorum,” dedim mesafeli şekilde. “Hoş geldiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim?”
Kuzeni dirseğinden yakaladığında Leyla ona döndü ve aralarında soğuk bir bakışma geçti. Kuzeni Leyla’nın bana olan sıcak tavrını onaylamıyordu. Kimse iyi olanı hak ettiğimi düşünmüyor muydu? “Bir kitap arıyorum,” dedi Leyla, bana döndüğünde. “Fakat ilk baskısını arıyorum ama maalesef hiçbir yerde bulamadım. Burada var mıdır acaba?”
“Umarım bulabiliriz.”
Leyla bana hangi kitabı istediğinden bahsettiğinde, öyle bir kitaba rastlayıp rastlamadığımı düşünerek edebiyat kategorisine ilerlemeye başladım. İkisi de peşime düşerek beni takip etmeye başladıklarında, “Demek burada çalışıyorsun,” dedi kuzeni, varlığı beni diken üstünde tutuyordu. “Çok ilginç. Bir sahafta rafları düzeltip sahneye mi çıkacaksın? Sen de bir yıldız potansiyeli olmadığını daha önce söylemiştim değil mi?”
“Müjgan,” dedi Leyla, ben içinde kaşınan yaraya ulaşmak için elimi kalbime yasladığımda. “Lütfen yapma, beni utandırıyorsun!”
Leyla’nın mahcubiyetinin farkındaydım, ona kızamazdım ama Müjgan’a karşı içim bir kumbara gibi dolmaya başlamıştı. Yine de sakinliğimi koruyarak istediğim rafa ulaştığımda, “Sen zaten eziklere yardım etmeye bayılırsın,” dedi Müjgan, sesini duymamdan endişe etmiyordu. “Fakat bu kız ezik bile değil! Sen unutmuş olabilirsin ama o gün benim birinciliğimi aldı Leyla.”
“Sus artık!” Leyla daha fazlasını duymaya tahammül edemiyormuş gibi bu sefer daha sert çıkışarak Müjgan’ı susturdu. “O sadece bizim gibi çıkıp dans etti ve kazandı. Hırsın beni çok korkutuyor. Rica ederim ağzından çıkanı kulağın duysun.”
Müjgan homurdandı. Bana ne hissettirdiğini bilse söylediklerinden veya tavrından pişman olur muydu? Parmak uçlarımda yükselerek birkaç kitaba daha baktıktan sonra onun istediği kitabı bularak arkamı döndüm. Leyla’nın özür dileyen gözleriyle karşılaştığımda kitabı ellerinin içine bıraktım. “İlk baskı,” dedim, sesim kırgındı. “Keyifle oku.”
Benimle konuşmak istediğini anladığımda bunu duymayı istemeyerek uzaklaştım ama Müjgan gitmeme izin vermedi. Aynı anda yana doğru adım atarak benimle yüz yüze geldiğinde, ifadesinde katrandan daha koyu bir nefretin gezindiğini gördüm. “Cevap bile veremiyorsun, çünkü haklıyım!” dedi, dişlerini sıkarak konuşuyordu. “Bunun burada kalacağını sanıyorsan yanılıyorsun. Hazer Han’ın sekreterinden bir randevu kopardım bile. Onu, bir kez daha beni izlemeye ikna edeceğim...” Tepeme bir balta indirmiş gibi kalakaldım. “O müzikalde ben olacağım!”
“Evet, müzikalde sen olabilirsin,” dedim incindiğimi örf bas eden bir sesle. “Fakat sadece seyirci koltuğunda.”
Nefretle bana bakakaldığında, onun için üzülerek karşısından ayrıldım. Hızla onlardan uzaklaşmaya başladım. Ben üst katın merdivenlerine çıkmaya başladığımda, Leyla arkamdan geldi. “Maalesef ki bunu hak etmişti,” dediğinde dönüp ona baktım. Çantasını kurcalarken hâlâ anlayışla beni izliyordu. “Bak, sana numaramı vereyim. Gözlerime baktığında senin için olumsuz hiçbir duygumun olmadığını görüyor olmalısın...” Numarasını çantasından çıkardığı kâğıda yazdı. “Numaramı al, ihtiyacın olursa aramaktan çekinme. Lütfen Safir, kendimi sana çok yakın hissediyorum ve inan bunu sadece bunun için yapıyorum.”
Ona olumlu veya olumsuz hiçbir şey söylemedim fakat onun da dediği gibi gözlerine baktığımda art niyetli olmadığını görebildiğim için numarasını saklayacaktım. Leyla’nın Müjgan’ın yanına varışını ve birkaç dakika içinde tartışarak sahaftan ayrılışlarını izleyerek omuzlarımı düşürdüm.
Kötü insanların iyi insanlara tahammülü yoktu.
Güçlü kalabileceğimi kendime hatırlatarak omuzlarımı dikleştirdim. Bir kişi değil bin kişi de olsa pes etmeyecektim.
Tanrı bana ne kadar cömert davranacak görmek istiyordum ve bunu görmeden sahneden inmeyecektim.
✨
Duyuyor musunuz?
Bazen bağırıyorum.
Uzaklardan bir ses,
Çalınıyorsa eğer kulağınıza,
Yakınlarınızdayım.
Görüyor musunuz?
Önünüzden yürüyüp geçiyorum.
Ama hayır,
Kafanızı kaldırıp bakmıyorsunuz.
Çünkü dünyanın geri kalanına bakmaktan, ölümünü izleyen bir zavallıyı göremiyorsunuz.
Ben buradayım, diye bağırmamak için kaç kez sustuğumu bilmiyordum ama sabaha karşı korkunç bir kâbusla uyandığımdan beri içimde bir bağırma isteği vardı. O gün pazar günüydü, pratik yoktu. Öğleden sonra sahafa gidecek ve böylelikle gün içerisinde daha az yorulacaktım. Koyu renkli yüksek belli bir kot pantolonla kiremit renkli triko kazak giymiş Gazel’in evinden ayrılmıştım. Galip hâlâ dönmediği için Gazel’leydim.
Metro durağına vardım ve kısa bir metro yolculuğunun ardından inerek sahafa dek yürümeye başladım. Sahafın hem o eve hem de bir nevi okulum olan dans salonuna yakın olması beni memnun ediyordu. Param az olduğu için idareli kullanmalıydım ve ne kadar az yol parası kullanırsam benim için o kadar iyiydi. Tarihi hatırladım, devletin verdiği para yatmış olmalıydı. Elimde çok az kalmıştı, o parayı çekmeliydim. Çalışma saatime daha vardı. Önce ATM aradım. Hesabımı kontrol ettiğimde paranın yatmış olduğunu görerek rahatladım. Paranın bir miktarını çektim. Sokaklarında yaşadığım için İstanbul’u iyi biliyordum. Korkunç olmanın yanında şiir gibi bir şehirdi. Arada bir gördüğüm güzel manzaraları fotoğraflamayı severdim. İşime gitmek için diğer sokağa girdiğimde kaldırıma çıktım ve ellerimi cebime yerleştirdim. Kaldırımın kenarındaki parkı gördüm, ıssızdı. Bu park renksiz, ahşaptan yapılma olduğu için çocuklar tarafından pek sevilmiyordu ama ben yağmur yağdığında ahşabın ve çimenin kokusunun yaydığı karışımı seviyordum. Parkı izleyerek kaldırım kenarı boyunca ilerlemeye devam ederken, banktaki bir karartı dikkatimi çekti. Gözlerimi net görmek için kıstım Bir adamdı, siyah kumaş ceketini dik omuzları taşıyordu. Ensesinde biten saçlarını görüyordum.
O tanıdıktı.
Hazer Han’dı.
Burada, bir çocuk parkında ne işi vardı ki? Bu çevrede oturduğunu biliyordum ama parka gelmesinde bir anlam görememiştim. Sadece oturuyor ve parkı izliyordu.
Bilinçsizce parkın merdivenlerine doğru birkaç adım attığımda, gözlerim sokağın sağ tarafında, duvara yakın bir şekilde park edilmiş arabaya rastladı. Hazer’in arabasıydı ve arabanın kaputuna yaslanmış sigara içen kişi Kerem’den başkası değildi. Sanki orada olduğumu hissetmiş gibi dönüp omzunun üstünden bana baktığında, buradan, onlara selam vermeden gidemeyeceğimi anladım. Sigarasını ağzından uzaklaştırarak tatlı bir gülümsemeyle beni selamladığında ona el salladım.
Yürüyüp gitmeli mi yoksa Hazer’e selam mı vermeliydim? Yapmam gerekeni yapmak için basamakları inerek parkın içerisine girdim ve banka doğru ilerlerken, adımlarımın sesini duyarak omzunun üstünden bana döndü. Bir an kalakaldı ama yaşı kadar tecrübesi olduğundan olsa gerek, bu şaşkınlığın yerini sakin bir ifade aldı.
Elinde sigara vardı.
Fakat ben yanına varana kadar sigaranın izmaritini, yanda bulunan silindir şeklindeki çöp kutusunun içine atmıştı. Oturduğu ahşap bankın kenarına, mesafeli bir şekilde oturarak çantamı kucağıma koydum. Kollarını göğsünün üzerinde birleştirmiş bana bakıyordu. Bu bakışların farkında olup onları yok saymak mümkün değildi. Bir kedi kuyruğunu sallayarak bankın etrafından uzaklaşırken Hazer Han beni selamladı.
“Merhaba balerinim.”
Gözlerindeki bağrışın yüksekliği miydi kulaklarımı uğuldatan, rüzgârın hızı mıydı kulaklarıma bu denli yüksek çarpan, bilmiyorum.
“Sizinle sürekli rastlaşıyoruz.”
“Şu kaderin işine de bakınız...”
“Kadere inanır mısınız?”
“Evet, inanırım.”
“Ben de inanırım.”
“Sen de inanırsın.”
Yine aynı şeyi yapmıştı. Doğrusu bunu sadece o mu yapıyordu yoksa ikimiz de mi yapıyorduk, bilmiyordum ama bunda gülünç bir şeyler vardı.
“Neden bunu yapıyorsunuz?” diye sordum gerçekten merak ederek. “Cümlelerimi tekrarlıyorsunuz?”
“Hoşuma gidiyor.”
Hayatımda kimsenin hoşuna gittiğimi hatırlamıyordum. Dudağımın kenarını kemirirken onun hafifçe gülümsediğini gördüm ve nezaketimi koruyarak önüme döndüm. “Garip bir hoşluk anlayışınız olmalı,” dedim onu iğnelemeden duramayarak. “İnsanlar bu huyunuz yüzünden sizden şikâyetçi oluyorlardır bence.”
“Senden başka kimsenin cümlelerini tekrarlamıyorum.”
“Sizden başka kimse cümlelerimi tekrarlamıyor.”
“Al işte,” dedi. “Sen de cümlemi tekrarladın.”
“Sadece...” Saçımı karıştırdım. “Bu duruma alışkanlık kazandım galiba.”
Gözleri gözlerimden düşerek yüzümü kısaca izlediğinde, yalnızca ağzımın değil boğazımın da kupkuru olduğunu hissettim. Alnı kırıştı ve bununla beraber sol gözüme daha dikkatli baktığında utançla inledim.
“Ne oldu? Bir şey mi var gözümde?” Bir elimi gözümün üstüne kapayarak kirpiklerimi ondan gizlediğimde, “Hayır,” dedi tuhaf bir sesle. Parmağını yüzüme doğrulttu. “Kirpik.”
Parmaklarımın aralığından ona baktıktan sonra elimi gözümün önünden çektim ve göz çevremde kirpiğimi aradım. Onun baktığı yere parmaklarımı uzattım ama kirpiğim elime gelmedi. Hazer Han’ın parmakları yüzümün hizasına doğru kıvrıldı. “Alayım?”
Parmağı yüzüme yetişerek gözümün altına düşmüş olan o kirpiği aldığında utançla bakışlarımı kucağıma düşürmüştüm. Parmak uçları tenimde iki saniye bile kalmamış ama ürpermeme yetmişti. Eli uzaklaştığında parmaklarımla az önce temas ettiği yeri kaşıyarak kıpırdandım. Bununla beraber onunla daha fazla konuşamayarak bakışlarımı etrafta gezdirdiğimde aramızda kalan çantayı gördüm. Ah, bir saniye? Bu bizim sahafın poşet çantasıydı? Kitap alışverişi yapmış olmalıydı.
“Çok mu kitap okursunuz?” diye sordum rahatsız edici sessizliği gidermek amacıyla. “Ben kısa bir süre önce işe başladım ama bu sürede bile birçok kitap aldınız.”
Elinin ensesine gittiğini gördüm. Bakışlarını etrafta gezdiriyordu. “Okurum,” dedi kısık sesle. Sesinde bir şeyler vardı ama anlamadım. “Pazar günleri çalışmıyorsun herhalde?”
“Öğleden sonra çalışıyorum.”
“Anladım,” diye durgunca cevapladı.
“Siz?” Bir an bu sorunun çok münasebetsiz olduğunu düşündüm ama o sorduysa ben de sorabilirdim. “Takımınız üstünüzde ama buradasınız?”
“Pazar günleri birkaç saat çalışırım.”
Kafamı sallayabildim. Ağzımdan boğazıma bir kanca inmiş, kalbimi söküyor ve yukarıya taşıyor gibiydi. “Patron olmanıza rağmen mi?”
Bana bakmaya devam ederek havayı biraz daha ağırlaştırdı. “Bilirsin, bazen düşünmeyi istemediğimiz şeyler olur. Çalışmak düşüncelerimi oyalıyor.”
Düşüncelerinin yarattığı uğultuydu sanki aramızdaki esintinin nedeni. Birbirimize bakarken gözümüzü bile kırpmadık. “Düşüncelerinizi oyalayan tek şey çalışmak mı?”
Genzini temizledi. “Şu an için evet.”
Düşünceler yanıcı maddelerdi, zihnimizi yakıyordu. Uzun bir sessizlik oldu. O kadar uzun oldu ki birimiz bu sessizliği dağıtmak zorunda kaldı ve o biri, Hazer Han oldu. “Siz sever misiniz kitap okumayı?”
“Ben mi?” Hasretle, onun kitaplarına baktım. “Nasıl sevmem ki? Okumaya bayılıyorum.”
“Kitaplarımın yarısını seninle paylaşabilir miyim?” Bu beklenmedik soru, dudaklarımdan dökülen hayret dolu bir nidaya sebep oldu. Hazer Han gayet ciddi görünüyordu. “Birkaç tane aldım ama şimdi düşünüyorum da yakın zamanda hepsini okuyamam...” Dilini dudaklarında gezdirdi. “Kabul edersen.”
Oldukça cömert bir yaklaşımdı fakat alamazdım. Bu çok fazla ve gereksiz olurdu. “Gracias...” ellerimi sıktım. “Ama bu beni utandırır. Lütfen hepsini kendiniz okuyun.”
Çantayı kemikli parmaklarıyla kavradı ve poşetin içinden iki tane kalın kitap çıkardı. Stephen King’in kitaplarıydı ve oldukça cezbedici görünüyorlardı. İncelediğim kitapları bankın üzerine aramıza bıraktı. Çantayı da içinde kalan kitaplarla beraber dizine bırakırken, “İki tanesi senin olsun,” dedi, itirazıma rağmen. “Diğer ikisi bende kalsın. Onları okursun, tabii ben de okurum...” Ellerini gergince ovuşturdu. “Ve sonra şunu yaparız. Kitapları ilk bitiren diğerimize dilediği herhangi bir şeyi söyler. Kazanamayan, kazananın dilediği o tek şeyi yapar. Tabii sizi şimdiden uyarayım, bu makul bir dilek olmalı.”
Bana neden böyle bir teklifle geliyordu ki? Gayet ciddi görünüyordu, zaten öyleydi ama vaktini neden benim için harcıyordu?
“Bunu neden yapıyoruz?”
“Çünkü yapmamamız için bir sebep yok.”
Bu geçerli bir sebep mi bilmiyordum ama bir süre sonra kendimi bu teklifi kabul ederken buldum ve aramıza, benim için koyduğu kitaplara uzandım. Onları dizlerime yerleştirerek kaçamak gözlerle Hazer Bey’e baktığımda ellerimi ya da kitapları izlediğini gördüm. Kitapları almam bu teklifi kabul ettiğimi gösteriyordu. “Kabul,” diyerek artık bana ait olan kitapları okşadım. “Tek bir dilek hakkımız olacak, öyle mi?”
“Tek bir dilek.”
Bana ansızın elini uzattı. Bu anlaşmaya resmiyet kazandırmak istediği için bunu yaptığını fark ederek kararsızlıkla parmaklarına baktım. Bende daha fazla gariplik bulmasın diye elimi kaldırdım ve elinin içine bıraktım. Avucum ılık ve iri avucuna kayarak yerleşmiş, elinin hissiyatı elimden bileğime tırmanarak koluma yayılmıştı. Gözlerindeki o bakış, bu anlaşmamıza bastığı mühür gibiydi. “Bir el sıkışmasında ilk önce elini hanımefendiler uzatmalıdır,” diyerek bildiğim bu nezaket kuralını ona fısıldadım. “Bunu nasıl bilmezsiniz?”
“Biliyorum,” dedi, elimi her tokalaşmada olduğu gibi hafifçe sıkarken. Damarlarımdaki titreşim kafamın içinde büyüyerek kulaklarımı uğuldattı. “Biliyorum.”
Biliyorsanız neden elinizi bana uzatıyorsunuz, diye sormadım.
Elimi çekerek kucağıma yerleştirdiğimde, Hazer Han da bankta yana kayarak ellerini benim gibi kucağında birleştirdi. Aniden gelişen bu anlaşmayı sessizce kabullenerek bir süre birbirimize hiç bakmadık. Biraz sonra bir hile yaparak dizlerimin üzerindeki kitaplardan birinin kapağını açtım. Bakınmaya başladığımda onun şaşkınlığını hissettim. Hey, madem bu bir yarıştı, o zaman kazanmalıydım. Kendi kendine mırıldandı. “Aynı zamanda hırslı da...”
Kitabımı yüzümün hizasına kaldırarak kendimi ondan gizlediğimde, dudaklarımdaki yaramaz, minicik gülümsemeyi de gizlemiş oldum. Fakat birkaç saniye sonra kitabı yüzümden hafifçe indirerek kitabın üstünden ona baktığımda, dizlerinin üzerindeki kitaplara baktığını gördüm. Gözleri bana dönecek oldu ki, kitabı hemen yüzüme doğru kaldırdım ve o andan sonra ne o benim yüzümü görebildi ne de ben onun yüzünü görebildim. Kitabı okuduğumu düşünmesini istiyordum, şimdi okumam şart değildi. O, ben kitabı okuyor sanırken ben ilk sayfasındaki çizime bakıyordum. Fakat bu kara kalem çiziminde bir tuhaflık vardı. Ne olduğunu anlayamamıştım. Şey, sanki biraz şekilsizdi. Gözlerimi kısarak daha dikkatli baktım. Şekle bir türlü anlam veremi...
“Sen kitapları tersten okuyorsun herhalde.”
Bu,
Hayatımın,
En,
Utandığım,
Anlarından,
Birisi oldu.
Ve yağmur bembeyaz bulutlardan ince ince inene dek, o bankın iki ucunda, az önceki yaramazlığım olmamış gibi sükûnetle oturduk.
Zaman durdu sandım ama biz durdu sandık diye durmazdı ya zaman.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...